BEYNİN FONKSİYONLARI

BEYNİN FONKSİYONLARI HAKKINDA

Her şeyi değerlendirme mekanizmamız olan «beyin», mevcut, algılayageldiğimiz terkibi itibariyle, kimyasal bir bileşimdir.

Bu kimyasal bileşim, bir bioelektrik faaliyet ile çeşitli fonksiyonlar ortaya koyar ve varlığımızda görülen tüm oluşları meydana getirir…

Kimyasal bileşimi meydana getiren moleküler yapı ve özellikle DNA ve RNA dizini, bir yandan yapısı itibariyle hücre biokimyası ile bioelektrik iletişim halinde iken; diğer yandan da atomaltı boyutun canlıları olan kozmik ışınlar ile etkileşim içindedir..

Eğer, bilinen bir misâl vermek gerekirse, Güneş füzyonundan yayılan bir tür kozmik ışınımdan bahsedebiliriz… Bu ışınlar, 8 dakikada Güneşten dünyaya ulaşıp, bizim her zerremizden, her hücremizden ve bunun çok daha alt yapılarından, belirli etkiler oluşturarak, saliselerle bahsedilecek bir zaman içersinde geçmektedir… Gene bu ışınlar tüm dünyanın da içinden geçtikten sonra uzayda yolculuklarına devam ederler… Ve bizler, tüm yaşamımız boyunca, her salise, kesintisiz bir biçimde, bu ışın yağmuru gibi, uzaydaki çeşitli takımyıldızlardan, eski adıyla «burçlardan» gelip, her an dünyaya ve üzerinde yaşayanlara ulaşarak, onların tüm yapılarından geçmekte olan ve bu arada onların içlerinde belli etkiler oluşturan nice ışınsal kozmik tesirlere mâruz kalmaktayız…

Ne yazık ki, insanlık bilimi bu oluşumu çözmekte, deşifre etmekte henüz son derece «ilkel» bir düzeydedir.

Evet, «beynimiz», dışarıdan gelen bu ışınları, gerek göz, kulak, burun, koku, dil ile ve gerekse de henüz tespit edemediğimiz diğer alıcıları ile alıp değerlendirmek suretiyle bir yoruma gider.

Beyin ilk temel programlanmaya ana rahminde iken mâruz kalır… Hattâ bundan evvel, erkek-kadın birleşmesi sırasında, onların beyin faaliyetleri sperm ve yumurtada ilk ön programlamayı yapar, diyerek henüz hiç farkında olmadığımız bir noktaya işaret edenler dahi vardır. Ancak genel konumuz dışında kaldığı için bu hususa burada daha fazla girmek istemiyorum. Beynin bu programlanışı konusunda daha geniş bilgi isteyenler 14. baskısı yapılan “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızı tetkik edebilirler

.Beyin, tümüyle bir değerlendirme merkezidir… Esasen beyin içinde görüntü, ses gibi nesneler mevcut değildir… Bunun en iyi misali bir televizyonun ya da bilgisayarın içidir. Televizyonun içinde ses ya da görüntü diye bir şey yoktur.

Televizyona dışarıdan gelen 220 volt elektrik, insanın yeyip-içtikleri gibi enerji teminine dönüktür. Televizyonun içinde bulunan transistorlar, diodlar, entegreler, mikroçipler ise gelen bilgilerin değerlendiği merkezdir.. Dışarıdan, antenden ya da herhangi bir kablolu yayından, gelen dalga adını verdiğimiz ışınsal mesaj, bu merkezde değerlendirilerek görüntü ya da ses oluşturacak bir biçimde ekran veya hoparlöre yansıtılır.

Beyin de aldığı gıdalarla, glikoz ve oksijenlerle yaşam enerjisini temin ederken; Güneş’ten yayılan hayat enerjisi olan «CAN»la beslenir ve gelişir.

Bu arada beyinde oluşan tüm faaliyetler, dalgaya çevrilerek, «RUH» adıyla bilinen «halogramik dalga bedenimize» yüklenir. Daha önce detaylı bir şekilde «İNSAN ve SIRLARI» isimli kitabımızda yazdığımız üzere, bireysel «RUH» yani kişilik sahibi ruh, ana rahminde 120. günden itibaren oluşur.. Ki bu yüzden 120. günden itibaren çocuk aldırmak dinde çok büyük suçtur…

Melekût ve evrenin kendisinden oluştuğu esas «RUH» ise tasavvufta «RÛH-U Â’ZÂM» ismiyle bilinir… Evren varolmadan önce var olan «RUH», budur ki ilk yaratılmış varlıktır!.. Diğer isimleri ise, sahip olduğu ilim yönüyle «Akl-ı Evvel», hüviyeti itibariyle «Hakikat-ı Muhammedî»dir…

«RUH» konusunda şimdiye kadar kitaplarımızda yazdıklarımızdan daha fazla bir şeyi burada yazmak istemiyoruz; çünki maâlesef bu konu kolay kolay hazmedilemiyor ve bir takım cahiller, «Hz. Muhammed’in bile bilmediği RUH’tan sen nasıl söz edersin» diyerek bizi ithama kalkışıyorlar!..

Oysa..

Kur’ân-ı Kerîm’deki:

«Size, RUH hakkında az bir ilim verilmiştir»

hitâbı, İslam Dinini kabul edenlere değil, «yahudi»leredir… .

Nitekim değerli İslam âlimi ve velisi İmam Gazalî, “İHYA-U ULUM’İD DİN” isimli kitabının 1. cilt Rubul ibâdet bölümünde «RUH» konusunda şöyle der:

– Yoksa sanma ki, Rasûlullah Efendimiz RUH’un hakikatını bilmiyordu!.. Zirâ, RUHUNU bilmeyen kendini bilmemiş olur!.. Kendini bilmeyen ise nasıl rabbini bilebilir?.. RUHUN hakikatını Nebi ve Rasûller bildiği gibi, bazı velîler ve âlimlerin bilmesi dahi uzak değildir!..»

«RUH» konusundaki bu hususu belirttikten sonra, gene biz dönelim beyin faaliyetine…

Beyin hücreleri, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir bioelektrik akış ile faaliyet gösterirken, aynı zamanda kozmik yağmura da maruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler, girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.

Her biri, tüm diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kabiliyette ve 16.000 (onaltı bin) hücre ile bağlantı halinde 120 milyar hücre, beyin!.. Ve günümüz bilimine göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ilâ yüzde onikisini kullanabilen insanlar!.

Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..

Meselâ, görüyoruz, diyoruz… Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!. Gerçekte, beyin içinde görüntü yoktur!.. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir bioelektrik akış sözkonusudur.

Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz «görüyoruz» demişiz… «Görüyoruz»un gerçek ifadesi, «beynimizin değer yargısıdır»!.. Bir ya da “işitiyoruz” demişiz ki; diğer ifade ile, “işitiyorum” veya «görüyorum»un anlamı «algılıyorum»dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.

Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe «algılama»da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!.

.Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekânizmasıdır.

Beyin, bu değerlendirmeyle birlikte, tüm verileri ve bir yandan halogramik dalga bedene yüklerken, diğer yandan da tıpkı bir radyo vericisi gibi gücü nispetinde dışarı yayar… Bu dışa yayılan dalgalar, her kişinin kendi beyin şifresine göre sanki bir kitap gibi atmosferde muhafaza olur… Eğer bunu alıp çözebilecek bir cihaz gerçekleştirilebilirse, kişilerin tüm yaşamları bu dalgaları çözecek cihazın ekranında seyredilebilir…

Nitekim, kıyâmetten sonra herkesin bütün yaptıklarının yazılı olduğu kitaplar(?)ın havada uçuşarak herkesin eline geçeceğini belirten dinî kaynaklar, ruhtaki, bu dalgaları çözücü özelliğe dikkat çekmek ister!.

Evet, çok düşük bir kapasite ile kullandığımız beynimizin algılama gücünü arttırabilmek iki şeklide mümkündür…

Ya, beynin beş duyu aracılığıyla algılama kapasitesini genişletecek yeni araçlar geliştirmek; ya da, beyindeki ekstra algılama devrelerini belli çalışmalar ile -ki bunların başında ZİKİR gelir- devreye sokmak ve bunları güçlendirmek…

İşte bu durumda göremediklerimizi görür(?) hâle gelecek, yeni algıladığımız sahayı genişletip güçlendirmiş olacağız.

Burada esas anlamamız gereken husus şudur…

Beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.

Oysa, gerçekte her biri ayrı bir manâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir… Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı- anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!.. Ve eğer anlatabildiysek…

Tüm evren, her kesimiyle, tamamen canlı-şuurlu bir varlık halinde yaşamına devam etmektedir… Ki algılayabilene ne mutlu!.

İşte, tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!..

Ve bizim de «hayâl» dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız… Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!..

Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir… Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.

İşte, «KADER» denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.

Peki öyle ise Hazreti Muhammed Aleyhisselâm “KADER”i nasıl anlatmıştır?

İslam Dininin kaynaklarına göre “KADER” konusu nasıl açıklanmaktadır?